Girişimciliğin kendine has bir ‘kültür’ ve ‘ekosistem’ üzerinde
yükseldiği gerçeği ile tanıştıktan sonra politika yapıcılar boyutunda algının başarılı
çekim noktalarına yönleneceğini hepimiz tahmin ediyorduk sanırım. Cumhurbaşkanının
Amerika seyahati, bu seyahati takiben Silikon Vadisi ile kurulan bağlantıların
artışı, teknogirişim desteği alan 10 girişimcinin vadiye gönderilmesi,
ekosistem oluşturma konusunda atılan adımlar bu algı değişiminin somutlaştığı
örneklerden sadece birkaçı.
Start-up ekosistemi olarak Amerika orijinli Silicon
Valley ve Silicon Alley uzun süredir yalnız başlarına bu alanın lokomotifliğini
yapmaktalar. Bu iki bölgenin diğer teknoloji hubları ile olan farkını ‘Startup Genome’un son
çalışması ortaya koyar nitelikte. Startup ekosistemlerinin farklı parametrelerce
değerlendirildiği kapsamlı çalışma bu iki bölgeyi ilk iki sıraya yerleştiriyor.
En yakın rakipleri Londra ile aralarında da hatırı sayılır farklar mevcut.
Amerika’nın girişimcilik alanındaki liderliğini kabul
etmekle beraber, krizle boğuşan Avrupa’nın kor halindeki girişimcilik hikayesi
de yavaş yavaş harlanıyor. Economist’in ‘sefiller’ diye tanımladığı
Avrupalı girişimcilerin durumu pek de Amerikalı derginin tanımladığı gibi değil
aslında. İki dünya savaşına ev sahipliği yapmış topraklarda aşırı boyutlara
ulaşmış risk algısı girişimcilik kültürüne oldukça zarar verdiği için, kıta
genelinde kökleri eskiye dayanan girişimcilik sekteye uğradı. Yeni yeni düzelen
bu algıya ek olarak ekosistemin öneminin kavranması ile öncelikle Londra, son
zamanlarda da Berlin ve Münih odağında start-uplar hız ve güç kazanmaya
başladı. Londra’nın daha bilinen ve eski bir örnek olmasından hareketle merceği
Almanya’ya tutarak bu hareketlenmenin boyutlarına bir göz atalım:
Münih: Kimlik Değişimi
Tek başına bir ülke olsa Avrupa’nın 8. büyük ekonomisine
sahip olacak olan Bavyera eyaletine başkentlik
yapan Münih, bölgenin nimetlerinden yararlandıkça gücü artan bir şehir.
Ekonomik olarak sahip olduğu gücün yanına güçlü bir uluslararası ulaşım ağını
ekleyen Bavyera ve Münih, ağır sanayi ve tarımla özdeşleşmiş kimliğini ters yüz
ederek yüksek teknolojili firmalara ev sahipliği yapan bir kimliğe büründü. Bu
kimlik değişiminin izleri 1990’lara uzanıyor. Bu döneme kadar MAN, BMW gibi
ağır topların liderliğinde ilerleyen bölge 90’ların ortalarında yaşadığı
resesyon ile çıkmaza girdi. Kamu müdahalesi ile hayat verilen bölge doğru bir
strateji ve finansman ile kabuk değiştirmeye başladı: ileri teknoloji-yüksek
riske dayanan endüstri. Kamu bankalarının risk sermaye fonları yaratarak bu
yeni endüstrinin yeni oyuncularını teşvik etmesi ile sistem ayakları üzerine
oturmaya başladı.
Kamu müdahalesi ve risk sermayesi boyutlarına ek olarak
bölgenin teknik bilgi kapasitesine de dikkat çekmek gerek. Zira risk
sermayesinden bahsederken Amerika örneğinde işleyen model kalitesinde bir risk
sermayesinden bahsetmiyoruz. Buradan doğan açığı bölgenin üst düzey üniversite
ve araştırma kuruluşları kapatmaya çalışmaktalar. Fraunhofer, Münih Teknik Üniversitesi, Max Planck adlarını duymuş
olanlarınızın sayısı oldukça fazladır sanırım…
Berlin: Şehrin Dinamizminin Girişimcilik ile Dansı
Münih özelinde Bavyera’nın ileri teknolojili
endüstrilerinin bir tamamlayıcısı olarak Berlin, internet teknolojileri
alanında start-uplara ev sahipliği ile sivrilmekle meşgul. Berlin’in dinamizmi,
kültürel kodları, uygun fiyatlarda sunduğu yüksek yaşam kalitesi kendine has
bir çekim noktası oluşturuyor. Siftahlayamamış olsak da okuduğumuz kadarıyla St.
Oberholz Cafe örneğinden bahsetmenin yeridir diye düşünüyorum. Berlin’de
bulunan iki katlı bu kafe mevcut ekosistemin küçük bir örneklemi gibi: rahat
bir kafe ortamı, laptopları ile çalışan genç girişimciler, yetenek ve fikir
arayan yatırımcılar, girişimin temellerinin atılabileceği ucuz apartman
daireleri… Bugün 20 milyon kullanıcıya ulaşan SoundCloud, E-Bay’in 200 milyon
dolar ödeyerek satın aldığı Brands4Friends gibi başarılı girişimler yolları Oberholz Cafe ile bir şekilde
kesişenlerden birkaçı.
Şehrin büründüğü bu yeni yapı, doğal olarak yatırımcıların
ilgisini çekmekte. 2009’da 64 start-up 48 milyon dolar yatırım alırken, 2011’in
ilk 3 çeyreğinde 81 start-up için 136 milyon dolarlık yatırım sağlandı. Bu finansal
akışın orijinleri de Kaliforniya’dan Londra’ya geniş bir yelpazede uzanan melek
yatırımcılar ve risk sermayeleri.
Almanya özelinden çıkarak resmin tamamına bakacak
olursak; öncelikle girişimcilik ekosistemi ve kültürü açısından transatlantik
boyutta halen ciddi bir fark olduğunun altını çizmek gerekir. İstatistikle ifade etmek
gerekirse; Silikon Vadisi’nin ekosistemi Londra’nın ekosisteminden 4,5, Berlin’in ekosisteminden ise 12 kat daha büyük durumda. İkinci bir
unsur olarak ileri teknolojili sektörlerde ve internet girişimlerinde büyük
oyuncuların tamamı halen Amerika’da yer alıyor. Avrupa bu pencereden
bakıldığında emekleme evresinde. Eski kıta için pozitif olan nokta ise geçmişe
kıyasla Avrupa için bir heyecan yaratılmış durumda. Aradaki fark kapanır mı
kapanmaz mı bilinmez ama yetenekli girişimciler, melek yatırımcılar, risk
sermayesi grupları ve yazılımcılar Avrupa için istenilen ekosistemi yavaş yavaş
yaratıyorlar.